Subscribe

RSS Feed (xml)



Powered By

Skin Design:
Free Blogger Skins

Powered by Blogger

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Besmele şiir Akrostiş


BESMELE “ (Akrostiş)

Bismillâhirrahmanirrahim, Allah rahman, Allah rahim
İnancı zayıf olanın, hali nicedir ah, ne vahim
Sakın düşürme dilinden, zikrinde Besmele olsun
Mutlak her işinde hayır, hanenede huzur dolsun
İnancınla her melânet, kara bulutlar kaybolsun
Lâyıkıyla zikr-eyle ki, güzellikler seni bulsun
Lûtfuna erişmek için, dilinde Besmele olsun
Aşkla söylenen Besmele, öyle yakışırki dile
Hak yolundaysa gidenler, tökezlemez bir an bile
İmanının, inancının, başlangıcıdır Besmele
Rabbe giden her kapıyı, inan açandır Besmele
Ruhu bir nur pak eden, bereket saçandır Besmele
Al nakş-eyle sen diline, örnek’te olsun nesline
Hayır beklenen her işte, müstahaktır O Besmele
Mutlaka Besmele oku, her işi hayırla doku
Allah’ın izniyle Besmele, var eder olmayan, yok’u
Nasibini onla ara, çalınmaz yüzüne kara
İnan bereketin olur, inan olmazsın fukara
Rabbine el açarkende, mutlak Besmele’yle dile
Rızasına nail olur, kolaylanır en zor bile
Ağızdan çıkan Besmele, her daim hayra vesile
Hak yolunda her kelime, nur olur Besmele ile
İlminde ekle en başa, Besmele’yle başla aş’a
Mutlu, huzurlu ve kutlu, Rabbinden umutlu yaşa

Besmelenin hikmeti


"Besmele" Bismillahirrahmanirrahim
sözünün kısaltılmış şeklidir. Hayırlı bir işe başlarken, Allah'ı anmak üzere
söylenen besmele Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın adıyla başlamak manasına
gelir.

Gerek dünya gerekse ahiret ile ilgili olsun,
hayırlı ve meşru her işe Allah’ın adını anarak Besmele ile başlamak, her
Müslüman’ın üzerinde titizlikle durması gereken görevlerdendir.



Bir kadın varmış. Yaptığı her işi besmeleyle yaparmış. Yemek yerken
neredeyse aldığı her lokmaya çektiği besmele karşısında kocası yeter artık
hatun bir kere çektin daha sonrakiler neyin nesi diye çıkışırmış. Gel zaman git
zaman kadın besmelesine devam etmiş. Öyle ki ütüsünü yaparken, elbiseyi
alırken, çamaşırı yıkarken, elbiselerini giyip çıkarırken, yemek pişirmek için
tencereyi alırken, ocağa koyarken, ocağı yakarken, yatarken, kalkarken ve sair
her işinde besmele çekmeden asla bu işleri yapmaya başlamıyormuş.

Adam ise karısının abarttığını düşünerek ona: Bunu niye yapıyorsun?
demiş. Karısı ise: Sürekli besmeleyi söyleyince Allah sana o işinde yardım
eder. Bir şeyi besmeleyle koyarsan Allah onu korur demiş. Adam karısına bir
oyun oynamak istemiş. Onu zor durumda bırakacak bir plan düşünmeye başlamış.
Sonunda aklına bir fikir gelmiş.
Karısına akşam bir kese vererek içine on tane altın koymuş. Sonra:
Hatun bu altınları al. Çok gizli bir yere sakla, senden isteyince bana verirsin
demiş ve keseyi alıp saklamaya giden karısını gizlice takip etmiş. Bu sırada
içinden sinsice gülümsüyormuş. Kadın keseyi yatağın altına koymuş ve koyarken
de; kocasının elinden aldığında yaptığı gibi Bismillahirrahmanirrahim dedikten
sonra koymuştu. Aradan bir hafta geçti. Adam eve geldiğinde karısı yan
komşudayken keseyi oradan aldı ve gizlice bahçedeki kuyunun içine attı. Akşam
bir şey demedi. Fakat sabah olunca: Hatun sana verdiğim altınları getir bakalım
diyerek karısından keseyi istemiş. Kadın gidip yatağı besmele çekerek kaldırmış
ve kocasının yanına gelerek, Buyur bey işte kese. Ama niye böyle ıslanmış bir
türlü anlayamadım demiş ve keseyi kocasına uzatmış. Kocasının gözleri faltaşı
gibi açılmış elinde duran ıslak kesesine bakıp kalmış.


Kur'an-ı kerim de bu konuya işaret eden emirler besmelenin ehemmiyetini
anlamamıza yardımcı olacaktır: Atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha
kuvvetli bir anışla Allah'ı anınız. (2/Bakara 200)

Müslüman dine aykırı olmayan bir işe başlarken ihlâs ve samimiyetle besmele
çekerse, onun her işi rızayı ilahiye uygun yapılmış olur. O, Allah-u Teâlâ'nın
yardımları ve nimetleri ile karşılaşır. Şeytanın saptırmalarından, hilelerinden
korunur.



Bir defasında Resulullah (sav)'in bineği tökezlemişti. Terkisinde
bulunan Usame bin Umeyr (radyalllahu anh) Kör olasıca şeytan! dedi. Resulullah
(sav) buyurdu ki: Kör olasıca şeytan deme. Çünkü sen böyle söyleyince o
böbürlenir ve Gücümle onu yere yıktım! der. Bunun yerine "Bismillah"
diyecek olursan, sinek gibi oluncaya kadar küçülür. (Nesâi) Şüphesiz ki bu,
Besmelenin kuşattığı şeyi sardığında onu yücelten ve alçaltıp küçülten bereketi
sebebiyledir.

Kişi her ne yapacaksa yapacağı işe başlarken
besmele çekmesi onu o işinde başarılı kılar. Bu besmelenin Allah'ın yardımına
kişiyi ulaştıran bir binek olması sebebiyledir.

Meşru işlerin hangisi olursa olsun, Besmele ile başlanması gerekir.



Yemek-içmek, giyinmek-kuşanmak, konuşmak, yazmak
gibi mubah işlerde çekilirse, besmele o meşru işleri ibadete çevirir. Böylece
insan yaşadığı hayatı ibadetle geçirmiş olur. Bu ise ahiret yatırımı olan
sevaplara sebep olur ve kişiye ebedi saadet yurdu olan cenneti kazandırır...
Tüm ilahi kitaplara besmele ile başlanır. Hadisi şerifte: Bilcümle ilâhî
kitapların anahtarı Besmele-i şerifdir buyrulmaktadır.


Çünkü Allahın adı ile başlamanın özel bir hikmeti, Yüce ismini anmanın da ayrı bir
bereketi vardır.

Besmelenin yerine göre farz, sünnet, mendup, mübah, haram ve mekruh gibi
hükümleri vardır:


Hayvan keserken, av üzerine hayvanı gönderirken veya tetiği çekerken besmele
çekmek farzdır. (6/Enam 121, 5/Maide 4) ayetleri besmelenin farz olduğu yerlere
işaret eder.


Kasten besmele çekmeden kesilen hayvanın etinden yemek haramdır.

Namazda her rekâtta Fatiha’dan önce besmele okumak sünnettir.

Kur'an’dan bir ayet okurken besmele çekmek menduptur.

Necis yerlerde besmele çekmek ise mekruhtur.


Abdest almak, dua etmek... gibi ibadetlerle helâl olan gıdaları yemeye ve
içmeye besmele ile başlamak sünnet, Oturup kalkma... gibi işlerde besmeleyi
söylemek ise mubahtır.

Efendimizle beraber Yemeğe başlarken açlığının verdiği şuursuzluk
haliyle on yaşındaki Enes sol eliyle karşı tabağa uzanmıştı. Peygamber
efendimiz, Çocuğa yemeğe besmeleyle başla ve sağ elinle önünden ye buyurmuştur.
Yemeğe başlarken besmele unutulduğu takdirde,
hatırlandığı zaman Bismillahi fi evvelihi ve âhirihî Başında da sonunda da
Allah'ın adıyla demek gerekir.


Bir gün Resulallah (sav), Ashabından altı
kişi ile beraber yemek yiyormuş. Derken bir bedevi gelmiş. Besmele çekmeksizin
yemeği iki lokmada yutmuş. Bunun üzerine Efendimiz(sav):
Eğer bu adam besmele çekseydi yemek hepimize yeterdi buyurmuştur.


Besmele, yemeğe bereket katmakta ve yiyenlerin
doymalarına katkıda bulunmaktadır. Besmele çekilmeyince yemeğe şeytan da katılmakta, yemeğin bereketini kaçırmaktadır.



Efendimizin ashabından bazıları bir defasında Ya Resulallah! Biz yiyoruz,
fakat bir türlü doymuyoruz demişlerdi. Bunun üzerine onlara -Siz ayrı ayrı
yemekte olmayasınız? diye sordu. -Evet! diye cevap verdiler. Öyleyse
yemeğinizde toplanın. (Bir sofra kurarak hep beraber yiyin.) Yemeğe Allah'ın
ismini zikrederek başlayın. Böyle yaparsanız yemeğiniz hakkınızda mübarek
kılınır buyurdu.
Buradan anlaşılıyor ki;
Yemek, imkan dahilinde topluluk halinde yenmelidir. Aile fertleri yemekte bir araya
gelmeli, bu sünnet-i seniyye şuurla ihya edilmelidir. Böyle yapılırsa yemeğin
ortasına bereket iner, yiyenlere ise yemek eziyet değil şifa olur.

Sizden bir kimse evine girmek isteyince bir şeytan o oraya girmek için
kendisini takip eder. Fakat eve girerken Besmele çekerse şeytan "Benim
için bu eve girecek yer yoktur" diye ümitsiz olarak geri döner.

Biz kullar için en hayırlı olan
rahman ve rahim olan rabbimizin adıyla işlere başlamaktır. Bu yazılanları
kendimize örnek alıp uygularsak kurtuluşa erenlerden oluruz inşallah

Besmele Şuurunun Mü'mine Kazandırdıkları


Besmele Şuurunun Mü'mine Kazandırdıkları

Ahmet Varol

Besmele şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır):

Müslümanın her işi Allah'ın adıyla ve O'nun emir ve müsaadeleri doğrultusunda olmalı.

Müslümanın her işinde 'evvel Allah' olmalı. Yani mü'min, başlayacağı işi yapıp yapmama konusunda önce Allah'a danışmalı.

Harama besmele çekilmeyeceği için, besmele çekemeyeceğimiz hiçbir işe girişmemeliyiz.

"Besmelesiz iş ebterdir, yok olmaya mahkûmdur" (İbn Mâce, hadis no: 1894) hadisinden anlıyoruz ki besmelesizler ve onların düzenleri devrilip yıkılmaya mahkûmdur.

Kesilirken besmele çekilmeyen her hayvan murdardır, pistir. Besmeleyle ve besmele doğrultusunda olmayan her düşünce, fikir, iş ve düzen de murdar ve leş hükmündedir.

Besmele Allah'tan yardım dilemedir. Allah ise, ancak Kendi yolunda olanlara yardım eder. (8)

Müslüman, her türlü davranışa İslâmî ölçüler ışığında başlamalı, eylem, hizmet ve faâliyet yaparken ilâhî rahmet ve merhamet üzere bulunmalıdır. Besmele bu bilinci yansıtmalıdır.

Müslüman, bütün düşünce ve davranışlarında merhametle hareket etmek zorunda olduğunu besmeledeki rahmetle ilgili iki sıfatla idrak etmelidir.

Müslüman, besmeleyi hayatının tamamına yansıtmalıdır. Şuursuz bir şekilde söylenen besmelenin, istenen faydayı sağlamayacağını bilmelidir.

Besmele, müslümanın elini attığı her işte, adımını attığı her yolda Allah ile beraber olduğunun, O’nun yardımıyla iş yaptığının şuurunda olmasını sağlar/sağlamalıdır.

Besmelenin her işte sürekli tekrar edilmesi, Allah’ı zikir olduğu gibi, müslümanın Allah’la rahmet üzerine iş yapacağına, O’nun izin verdiği şekilde davranacağına dair sözleşme yenilemesidir.

Besmele, her işte Allah’tan yardım istemenin gerekliliğini, başarı ve zaferin Allah’a ait olduğunu unutmamak demektir. (9)

Besmeleyle, yapılan işi kendi adımıza, fakat Allah’ın ismi ve izniyle, Allah'tan yardım dileyerek yaptığımızı belirtiyoruz.

Allah'ı yücelterek başladığımızda o iş, Allah için oluyor. O'nun dini için yapılan bir gayret şeklini alıyor.

Şeytanın iğvâsına karşı direnme bilinci yenileniyor. Her işe besmeleyle başlamak hayatı anlamlandırıyor.

Allah'ın sözünü toplum hayatının dışına iten kökten laik anlayış reddedilmiş, tüm müşrikler ve putperestlere muhâlefet etmiş oluyor. (10)

Mü'minler istiâze ve besmelenin şuuruna erdikleri gün, yeryüzünde hiçbir tâğutî iktidar gücünü muhafaza edemez. Çünkü eûzü-besmeleyi duyan şeytan ve tâğut çılgına döner, mahvolur. (11)

Besmele çekmenin hükmü


Besmele Çekmenin Hükmü

Ahmet Varol

Besmelenin yerine göre farz, vâcip, sünnet, mendup, haram ve mekruh gibi hükümleri vardır. "Üzerlerine Allah'ın adı anılmayan hayvanların etinden yemeyin. Çünkü bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır." (6/En'âm, 121) mealindeki âyet, hayvan keserken besmelenin farz olduğunu gösterir. "Yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." (5/Mâide, 4) âyeti de av üzerine hayvanı gönderirken veya av için silâh kullanırken, yani avcılık yaparken besmele çekmenin farz olduğunu belirtmektedir. Hayvan keserken besmelenin kasten terkedilmesi halinde, o hayvanın etinden yemek haramdır. Namaz dışında Kur'an okumaya başlarken sûrenin başında istiâze ve besmele âlimlerin çoğuna göre sünnettir. Namazda ise, Hanefî mezhebine göre her rekâtta Fâtiha'dan önce besmele sünnet; Şâfiî mezhebine göre farzdır.

Önemli sünnetlerden ve yaygın muâşeret kurallarından biri de yemek yemeye başlarken besmele çekmektir. Konu ile ilgili hadis-i şerifte belirtildiği üzere (Ebû Dâvud, Et'ıme 15; Tirmizî, Et'ıme 47) başlanırken unutulduğu takdirde hatırlandığı zaman, "Başında da sonunda da Allah'ın adıyla" anlamında "Bismillâh fî evvelihî ve âhirihî" demek gerekir. Herhangi bir işe başlarken besmele çekmenin hükmü işin mahiyetine göre değişir. Meselâ içki içmek, gasbedilen veya çalınan bir şeyi yemek gibi yasak fiillere besmele ile başlamak, onları meşrû saymak anlamına geleceği veya dinle alay hükmüne gireceği için haram kabul edilmiştir.

Abdest almak, duâ okumak gibi ibâdetlerle, yenilmesi helâl olan gıdaları yemek, helâl şeyleri içmek gibi fiillere besmele ile başlamak sünnettir. Besmele, Allah'ı hatırlattığı, zikr olduğu, kul - ilâh ilişkisi ve kurallarını düşündürdüğü için, her meşrû eylemimize besmeleyle başlamak, sürüden ayrılıp seviye kazanmak ve işimize bereket katıp ibâdet sevabı almaktır. Necâset mahallerinde besmele çekmek ise mekruh sayılmıştır. Cünüp ve âdetli olanların duâ ve senâ maksadıyla besmele çekmesinde bir sakınca yoktur. (7)

Besmele protestodur


Besmele, Laik Mantığı Protestodur

Ahmet Varol

Bir mü'min, her eyleminin başına besmeleyi yerleştirmekle laik mantığa en büyük protestoyu yapmış olur. Besmele, insanın Allah'la iş yapması, Allah'ı işine karıştırmasıdır. Dolayısıyla besmele; ateizmi, materyalizmi, laisizmi reddir. Bu manada besmele, İslâmî dünya görüşünün anahtarı mesabesindedir. Laik dünya görüşü “besmelesiz” olmaktır. Laik olmakla olmamak arasındaki fark, besmeleli olmakla olmamak arasındaki fark kadardır. Besmeleli yapılan iş, meşrûiyetini Allah'tan alır ve meşrû işlere besmele çekilir. Besmelesiz işlerse şeytana lâyıktır.

Besmelesizlik demek olan laisizm, aynı zamanda şeytanî bir dünya görüşüdür. Bunun için Allah Rasûlü her eylemine "Rahmân, Rahîm Olan Allah'ın adıyla" başlayarak bu sapkınlığı mahkûm etmiştir. (6)

Besmele, müslümanın alâmet-i fârikalarından (ayırıcı özelliklerinden) birisidir. Mü’min, her vesileyle ve sık sık besmele çeker. Günümüzde müslümanım diyen insanların çoğu, yemek vb. bir iki şeyin dışında besmele çekme gereği duymuyor, her hayırlı şeye başlarken besmele çekmek, tarihe karışıyor. Yine, günümüzdeki insanların ağızlarından çıkan besmele, formalite icabı, âdet ve alışkanlık gereği söylenmiş gibi, ruhsuz ve cansız kelimelerden ibaret kalıyor. Mekanik bir telaffuzdan ibaret, şuursuzca dudaklardan dökülüveriyor. Adını andığı Allah’a isyanla meşgul bir işyerinin açılışında besmele okunarak kurdela kesilmesi, örneklerden sadece biri. Günlük hayatımızın her zaman diliminde Allah’ın ilkelerine ve hükümlerine bağlı olduğunu göstermek için her çeşit hayırlı işlere besmele ile başlar. Besmele ile Allah’a ilticâ eder, şeytânî düşünce ve eylemlerden O’na sığınarak, O’nun yüceliğini itiraf eder ve O’ndan yardım ister. Allah’ın rahmân sıfatını düşünerek, her çeşit nimetin Allah tarafından kendisinin istifadesine sunulduğunu düşünür, O’na şükürde bulunur. Rahîm sıfatını düşünerek de ümitsizliğe giden yolu tıkar, dünyada başına gelen musîbet ve zorlukların geçici olduğunu, esas ve sonsuz rahmetin âhirette tecelli edeceğini değerlendirir.

Besmele, Allah'tan İzin ve Onay İstemektir


Besmele, Allah'tan İzin ve Onay İstemektir

Ahmet Varol

Bismillâh, “Evvel Allah (önce Allah)” deyip, O'na danışmak, yapacağımız herhangi bir işte Allah'ın onayını istemektir. Allah'ın adını herşeyin önüne geçirip yüceltmektir.şriklerin putlar adına yaşamaları ve onlar adına iş yapmalarına karşılık, biz Allah adına yaşayacağımıza, O'nun adıyla iş yapacağımıza söz vermiş oluyoruz. Bu yüzden, dilimiz "Allah'ın adıyla" derken, diğer organlarımız da aynı şeyi söyleyebilmelidir. Bu ise, her şeyimizle O'nun ölçülerine uygun olarak yaşamakla mümkündür. Aksi takdirde dilimiz "Allah'ın adıyla" derken; elimiz, ayağımız şeytan veya Allah'ın dışında başkaları adına iş yaparsa bu, tevhidle bağdaşmaz.

“Bismillâh” diyor ve sonra ekliyoruz "Rahmân, Rahîm" sıfatlarını. Aslında “Allah” ismi, Cenâb-ı Hakkın tüm isim ve sıfatlarıyla birlikte Rahmân ve Rahîm sıfatlarını da içermektedir. Ama bunlar özellikle hem besmelede, hem Fâtiha sûresinin ilk âyetlerinde özel yer alır. Kur'an, Allah'ın rahmetle ilgili sıfatlarını öncelikle ve ısrarla vurgular. O'nun başka isim ve sıfatları değil de, özellikle Rahmâan ve Rahîm sıfatları! Çünkü varlığımızı O'nun Rahmân ve Rahîm oluşuna borçluyuz. O'nun üzerimizdeki merhametiyle varız ve varlığımızı bu sayede sürdürüyoruz. O'nun merhameti olmadan, nefes alıp vermemiz bile imkânsız. Bedenimiz, aklımız, ruhumuz hep O'nun rahmetinin birer eseri. Peygamberimiz'in ve vahyin bize gelişi de O'nun rahmetiyledir. İşte bunları hatırlamak için "Rahmân" diyoruz, "Rahîm" diyoruz.

Rahmet, her çeşit âfetlerden kurtulup her türlü hayra ermektir. Rahmân, mü'min-kâfir ayırt etmeden tüm herkese hayat hakkı tanıyan, yaşaması için gereken şartları hazırlayıp nimetleri veren demektir. Rahîm ise, hak edenlere ve lâyık olanlara nimetini bol bol, sürekli olarak veren demektir. Bu yüzden Rahmân sıfatı, O'nun dünyadaki tecellîsi; Rahîm ise âhiretteki tecellîsidir. Rahmân ve Rahîm derken, hem dünyayı, hem âhireti hatırlıyoruz. Dünyanın âhiretten ayrı değil; âhiretin tarlası, hazırlık safhası olduğunun bilincinde dünyada da O'nunla, O'nun ölçüleriyle olmaya gayret ediyoruz. (5)

Besmele, Her Peygamber ve Ümmetinin Kullandığı Bir Şifredir


Besmele, Her Peygamber ve Ümmetinin Kullandığı Bir Şifredir

Ahmet Varol

Besmele, sadece Muhammed (s.a.s.) ümmetine has bir anahtar değil; önceki ümmetlerin de kullandığı bir şifredir. Besmele'nin Hz. Muhammed (sa.s.)'den önceki peygamberler döneminde de kullanıldığını Kur’ân-ı Kerim’den anlıyoruz: Hz. Süleyman'ın, Saba kraliçesi Belkıs'a yazdığı İslâm'a dâvet mektubu bu cümleyle başlamaktadır. "O (mektup) Süleyman'dandır ve o bismillâhirrahmânirrahîm -Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla- (başlamakta)dır." (27/Neml, 30) Hz. Nuh da tufandaki gemi yolculuğuna bu ifadeyle başlıyor. Gemiyi bu cümleyle hareket ettiriyordu: “(Nuh) dedi ki: 'Gemiye binin! Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ -Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır.-" (11/Hûd, 41) bu vesileyle ifade edelim ki, ister sürücü ve ister yolcu olarak bindiğimiz tüm araçlara binerken besmele çekmek, Kur’an’ın işaret yollu tavsiyesidir.

İnsanlık tarihi boyunca İslâm peygamberlerinin tümü tarafından bir şifre, bir anahtar olarak kullanılmıştır besmele. O yüzden, değişmez evrensel değerlerin öbür ismi olan İslâm'ın, değişmez değerlerinden biri de besmelenin verdiği bakış açısıdır. Bu bakış açısı, bize şu gerçekleri gösterir: Allah, insanın her işine karışır. İnsan, eğer Allah'ın yardımını istiyorsa, her hayırlı işine Allah ile başlamak durumundadır. İnsan yaptığı her bir şeyde Allah'a olan borcunu hatırlamak ve O'na teşekkür etmek durumundadır. İşte bunlar, insanlığın değişmez değerlerinin değişmez göstergesidir.

Her değerli iş gibi, Kur'an okumaya başlarken de Eûzü Besmele çekmek gerekir. "Kur'an okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (Eûzü çek)." (16/Nahl, 98) diye emreden Allah, okumaya besmeleyle başlamamızı da emretmektedir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." (96/Alak, 1)

Kur'an'a başlarken, besmeleden önce istiâze gelir. Çünkü istiâze'yi aşmadan besmeleye geçilmez. Eûuzü ile Allah'ı yardıma çağırdıktan, O'nun yardımı ile şeytanları etkisiz hale getirdikten sonra, şirki ve şirke götüren şeytanî isyanları kendimizden uzaklaştırarak Allah'ı lâyıkı ile anabileceğimizi düşünüyoruz.

Gönlümüzde ve düşüncemizdeki, dilimizde ve davranışlarımızdaki şeytanî pisliklerden temizlenerek tertemiz bir şekilde Allah'la beraber oluyoruz. Eûzü süpürgesiyle temizlediğimiz gönül ve dil sarayımıza Allah'ın ismini yazıyoruz. Tıpkı kelime-i tevhidde önce "lâ ilâhe" (hiçbir ilâh yok) deyip Allah dışındaki ilâh taslaklarını kaldırıp atarak gerçekleştirdiğimiz tevhidî temizlikten sonra, "illâllah" (ancak Allah var) dediğimiz gibi.

Kur'an'a besmele ile başlarken, kullarına rahmet, acıma, lütuf ve bağışlaması sonsuz olan Allah'ı hatırlıyoruz. Kur'an'ın nüzûlünün bu sonsuz rahmetin bir yansıması olduğunu düşünüyor ve bu büyük nimeti anarak O'na hamdimizi, şükrümüzü vurguluyoruz. O'nun Rahmân sıfatıyla dünyada mü'min-kâfir herkese merhametine şahid oluyor, dünya hayatında bu nimetlerin kadrini bilerek verene teşekkür edip kulluğa/ibâdete, Kur'an'a yöneliyoruz. Rahîm sıfatının ise, âhirette adâleti gereği sadece mü'minlere merhamet edip, kâfirlere azab etmesi olduğunun bilincine vararak âhireti, cennet ve cehennemi hatırlayıp ümit ve korku arasında Kur'an okumaya, tefekküre başlıyoruz.

Sadece Kur'an okurken değil; insan ve evren kitaplarını okurken, hayat mektebinde öğrencilik ve öğretmenlik yaparken de besmele şuuruna uygun davranmalıyız. Tüm eylemlerimizin dünyada O'na yaraşır, ahirette de O'nun rızasını kazandırır özelliklerde olmasına gayret etmeliyiz. Kur'an, besmeleyle başlıyor, biz de Allah'ın Kitabını Allah'ın ismiyle okuyoruz.

Eğitimle ilgili eserler başta olmak üzere nice kitaplar, gazeteler, dergiler, besmele ile mi başlıyor? Öğrenciler için hazırlanan bazı din kültürüyle ilgili kitaplar, bir müslümanı “bu, benim dinim değil!” diye isyan ettirecek modern hurâfe ve tuğyanla dolu olabiliyor. Peki, İslâm’a ters içeriği kalarak yayınların besmele ile başlamasını tercih edebilir miyiz?

Laiklik, resmî din kabul edilmediği için ve bazı İslâmî âdetlere ses çıkarılmadığından Arap ülkelerinin çoğunda televizyonlarda sunucular besmele ve hamdele ile başlıyor programlarına. Besmele ile başlanan programda ise Allah'ın yasakladığı neler yok ki?! Düşünün bir kere, İslâm düşmanlığını her fırsatta en rezil şekilde gösteren bir tv. kanalı, programlarını sunarken besmele ile başlıyor. İslâm’a her gün hakaretler yağdıran, ahlâksız bir gazetenin ilk satırında besmele yazıyor. Bu Allah ile, din ile alay olmaz mı? Haram katmerleşmez mi bu tavırlarla? Peki, “onlar besmele ile başlamasınlar da biz onlara bakarken besmele çekelim” diyebilir misiniz?

"Yaratan Rabbinin ismiyle oku." (96/Alak, 1) âyeti bizden sadece şekil ve lafızla değil; muhtevâ ile ilgili tavır beklemektedir öncelikle. Okuduklarımızın Allah'ın ismiyle okunması; Allah'ın izniyle, O'nun rızası için, O'nun yolunda, O'nu unutturmayan, O'na yaklaştıran yapıda olmasını gerektirir. Okumak gibi, artısı büyük olan bir eylemde besmele bilinci bunu gerektiriyorsa, diğer eylemlerimizde bu özelliklerin aranma zorunluluğu daha fazla olmaz mı?

Besmelenin Anlam ve Mahiyeti


Besmele; Anlam ve Mâhiyeti

Ahmet Varol

Besmele: “Bismillâhirrahmânirrahîm” sözünün kısaltılmış şekli. Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah'ın adını anmak ve bu adla işe başlamak için besmele çekilir. Bismillâhirrahmânirrahîm: "Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla (başlarım)" anlamına gelir. Besmeleyi "esirgeyen, bağışlayan Tanrı'nın adıyla" gibi yanlış; yanlış olduğu kadar gaflet ve cehâlet kokan tercümeyi kabul etmek mümkün değildir. "Allah" lafzı, özel isim olduğu ve Yaratıcımızın tüm güzel isimlerini içinde barındıran bir anlam taşıdığı için başka bir dile tercüme edilemez. Ayrıca "esirgeyen" tabiri çok yanlış bir tercümedir. Türkçede “esirgemek”, daha çok olumsuz bir sıfat anlamında kullanılır. Saklamak, korumak gibi anlamlarından daha çok; kıyamamak ve cimrilik yapmak manalarında kullanılır ki Allah'ın Rahmân sıfatının kesinlikle karşılığı değildir.

Kur'ân-ı Kerim'in ilk nâzil olan âyet-i kerimesi, "Yaratan Rabbinin adıyla (besmele çekerek) oku!" mealindeki 96/Alak suresi 1. âyetidir. Bu "Rabbinin ismiyle oku" emri, sadece Önderimiz, Peygamberimiz için değil; bütün mü'minleredir. Mü'minler, meşrû (şer'î, mubah) herhangi bir işe başlarken besmeleyi unutmazlar. Çünkü bilirler ki, "besmeleyle başlanmayan herhangi bir işte bereketsizlik ortaya çıkar." (İbn Mâce, Hadis no: 1894) Kur'an okurken, hayvan keserken, abdest alırken, namaz kılarken, avcılık yaparken... besmeleyi ihmal etmezler.

Kur'ân-ı Kerim'de "Fir'avn" kıssası haber verilirken, sihirbazların "bi-izzet-i Fir'avn" (Fir'avn'ın izzeti için) diyerek asalarını yere bıraktıkları beyan edilir (26/Şuarâ, 44). Fir'avn, Mısır'ı tanrı kabul ettikleri "Ra" adına yönetirdi. Tabii bu, bugünkü çağdaş ideolojilerden farklı bir tutum değildi. Sosyalist ülkelerin yöneticileri, başta Karl Marx olmak üzere, Lenin ve diğer teorisyenler adına sistemi sürdürürler(di). Kapitalizmde de durum bundan farklı değildir. Genel olarak her ülkede iktidar durumunda olan ideoloji, aynı metodla ayakta tutulur. Her işe başlarken, o ideolojinin kurucusunun adını anmak zarurettir. Dolayısıyla Fir'avn'a bağlı olan sihirbazların kıssasında bu hususun beyan edilmesi, sürekliliğinin bir belgesidir. (1)

İslâm'dan önce Araplar, işlerine "bismi'l- Lât ve'l-Uzzâ” diye putlarının adıyla başlarlardı. Hanifler ise, Tevhid dininin kalıntısı olarak, "bismikellahümme" derlerdi. Haniflerin bu âdeti İslâmiyet'in ilk yıllarında da devam etmiştir. 27/Neml sûresindeki besmele âyeti (30. âyet) nâzil olduktan sonra besmele son şeklini almıştır. Hz. Peygamber, hayatının sonuna kadar hep bu ibareyi kullanmış, besmelenin yazıldığı ilk satıra başka hiçbir şeyin yazılmamasını da emretmiştir. "Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz ve güdüktür." (İbn Mâce, 1894) buyuran Efendimiz'in, günlük hayatındaki birçok iş münasebetiyle besmele çektiği ve besmeleyi tavsiye ettiği bilinmektedir.

Bir müslüman besmele çekmekle, "nefsim veya başka bir varlık adına, tâğut adına değil; Allah adıyla, O'nun rızası için ve O'nun izniyle başlıyorum." demek ister. O'nun Rahmân ve Rahîm isimlerinin tecellî etmesini beklediğini, böylece hem dünya hem de âhiret saâdeti dilediğini ifade etmiş olur. Giriştiği işe güç yetirebilmesi için gerekli olan kudretin yüce Allah tarafından ihsan edilmesini temenni ettiğini belirtmiş olur. Kendisinin devamlı olarak O'nun yardımına muhtaç olduğunu bildirmiş, böylece ezelî kudretin yardımını celbetmiş olur. Besmele çeken mü'min, "O'nun müsaadesiyle bu işi yapıyorum. Çünkü, bu başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet O'nun tarafından bana verilmiştir. O bana bu kuvveti vermezse, ben bu işi tamamlayamam" demek ister. (2)

kuran ve besmele


Kur'an ve Besmele

Ahmet Varol

Besmele’yi oluşturan kelimeler Kur’an’da en çok tekrar edilen kelimelerdir. “Bismillâhirrahmânirrahîm” cümlesini meydana getiren kelimelerden “ism” (isim) kelimesi, türevleriyle birlikte 71 yerde geçer; aynı kökten gelen semâ ve çoğulu semâvât kelimelerini de ilâve edersek, isim kelimesinden türeyen kelimeler toplam olarak 381’e çıkar.

Besmeleyi meydana getiren ikinci kelime olan “Allah” lafzı ise, Kur’an’da tam 2697 yerde kullanılır; ayrıca “ey Allah’ım” anlamına gelen “Allahümme” kelimesi de 5 yerde geçer. Üçüncü kelime olan “Rahmân” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de 57, “Rahîm” kelimesi ise 115 yerde tekrar edilir. Rahmân ve Rahîm kelimelerinin kendisinden türediği “rahmet” ve türevleri ise Kur’an’da toplam 339 yerde geçer.

Helâl ve hayırlı bir işe başlarken Allah'ın adını anmak, her müslümanın üzerinde titizlikle durması gereken görevlerindendir. Kur'an-ı Kerim'de buna işaret eden pek çok emir vardır (2/Bakara, 200; 4/Nisâ, 103; 73/Müzzemmil, 8 gibi).

İlk inen âyette besmele çekmek emredildiği gibi, mushaf olarak tertip edilen Kur'an-ı Kerim'in ilk âyeti de besmeledir. Besmele, Kur'ân-ı Kerim'in 114 sûresinden 113'ünün giriş cümlesi olarak yer almaktadır. 27/Neml sûresin 30. âyetinin de bir bölümüdür. Dolayısıyla Kur'an'da 114 yerde "bismillâhirrahmânirrahîm" vardır.

“O (mektup) Süleyman’dandır, ve o "bismillâhirrahmânirrahîm"le (Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla) (başlamakta)dır.” (27/Neml, 30)

“(Nuh) dedi ki: ‘Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da bismillâh ile/Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” (11/Hûd, 41)

“Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha çok, daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı zikredin/ anın.” (2/Bakara, 200)

“Namazı kıldıktan sonra da, ayakta, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken (daima) Allah’ı zikredin/anın.” (4/Nisâ, 103)

“Rabbinin adını an. Bütün varlığınla, ihlâsla O’na yönel.” (73/Müzzemmil, 8)

“Sabah akşam Rabbinin adını an.” (76/İnsan, 25)

Besmeleye vücut veren 4 kelime (isim, Allah, Rahmân, Rahîm) 'den 3'ü Allah'ın isimleri olup, bunların 2'si bağış, merhamet, cömertlik, affetmek gibi anlamlar taşımaktadır. Kur'an'ın ilk cümlesine bunları koyarak, temel konusu ülûhiyet ve insan - Allah ilişkisi olan Kur'an'da hâkim olan ögenin rahmet ve merhamet olduğuna Rabbimiz dikkat çekmektedir. Rahmân ve Rahîm'in kökü olan rahmet kelimesi Kur'an'ın açık beyanlarına göre Allah'ın hâkim niteliğidir. 21/Enbiyâ sûresi 107. âyette Son Peygamber'i de Kur'an "âlemlerin rahmeti" olarak nitelendirmektedir. O halde, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur'an'ın tanıttığı Allah, yarattığı mahlûkata, her şeyden önce rahmet sıfatıyla tecellî etmektedir. (3) İslâm’ı korku dini, Allah’ı sadece korkulacak bir zât olarak göstermeye çalışan besmelesizlere en büyük darbe, besmeledeki rahmet ve merhamet ifadeleridir.

besmelenin anlam derinlikleri


Besmelenin Anlam Derinlikleri

Ahmet Varol

İslâm ahlâkı, incitme, öldürme ifade edecek davranışlarda ve bu davranışlara müsaade eden sözlerde besmeleyle başlamayı yasaklamıştır. Savaşmaya müsaade eden ve putperestlere ültimatom içeren Tevbe sûresi, besmelesiz başlayan tek suredir. Eti yenen hayvanların kesimi ve avlanması sırasında besmeledeki Rahmân ve Rahîm sıfatlarının anılması uygun görülmemiştir. Hayvan keserken "bismillâh" veya "bismillâhi Allahu Ekber" denilir.

Kur'ân-ı Kerim'in konusunun; Allah ile evren, özellikle de insanlık âlemi arasındaki münasebeti bildirmekten ibaret olduğunu söylemek mümkündür. Besmelenin başındaki "ba" edatı (“b” harfi) bu münasebeti ortaya koymakta ve kulun, Yaratanından yardım isteyerek hep O'na bağlı kalışını ifade etmektedir. Hz. Ali'ye atfedilen meşhur bir söz vardır: "Kur'an'ın tümü Fâtiha sûresinde eksiksiz özetlenmiştir. Fatiha'nın özeti de besmeledir. Besmele de "b" harfinde özetlen-miştir. Dolayısıyla besmele'nin b'si Kur'an'ın özetidir." İlk planda abartılı gibi gelen bu ifade doğrudur. Arapçada harf-i cer olan "b" ilsak içindir. Türkçe tam karşılığını, "..... ile ....." şeklinde gösterebiliriz. Kendi başına bir anlamı olmayan bu harf, en az iki kişi arasındaki bir ilişkiyi belirten bağlaçtır. "Ahmed ile Mehmed" örneğinde olduğu gibi. Aralarında bir münasebet, bir bağ olmadan bu bağlaç kullanılmaz. Besmele'de deki "B" aralarında alâka olan iki tarafı belirtir. Bu tarafların biri, besmeleyle işe başlayan kul; diğeri Allah'tır. "B" Allah ile kul arasındaki ilişki ve bağı anlatır. Kur'an'ın ana konusu ve temel vurgusu, insanla Rabbi arasındaki kulluk-ilâhlık münasebetidir. Rubûbiyet ve ubûdiyet alâkasıdır. "B" harfi de bu ilişki ve bağı içerdiği için Fâtiha ve Kur'an'ın özeti olmuş olur.

Arapça cümle yapısı itibariyle besmeleden önce "ba"nın ilgili bulunduğu mahzuf bir fiil vardır. Bu, besmele ile başlanacak herhangi bir fiildir: "Bismillâh diye başlıyorum", "Allah'ın ismiyle kalkıyorum, okuyorum, hayvan kesiyorum..." gibi. Böylece Allah ile kul arasında sevgiye dayalı olan derûni münasebeti ifade eden besmele, İslâm'ın bir sembolü ve her iyiliğin anahtarıdır. Kişi ile Allah arasındaki bu ilişki, sadece Allah’tan yardım istenip O’ndan medet umulacağını (1/Fâtiha, 4) idrâk etmektir. Kendisi âciz olan, korunmaya muhtaç kimselerin başkalarını koruması mümkün olmadığını bilip her şeye kaadir Allah’ın kapısını çalmaktır besmele. Besmele, bütün iyiliklerin, tüm güzelliklerin O’ndan olduğunu kabul edip O’nun müsaade ettiği şeylerin O’nun adıyla yapılması sayesinde daha da güzelleşeceğini anlamaktır.

Besmele, Allah'la Yapılan Bir Sözleşme Gibidir


Besmele, Allah'la Yapılan Bir Sözleşme Gibidir

Ahmet Varol

Evet, Besmele, Allah'la yapılmış bir sözleşme gibidir. Allah, Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla bize merhametle muâmele edeceğini vaadediyor; biz de, imtihan için bize verilen irâdeyi istismar etmeyeceğimizi ve O'nun ilkelerine bağlı kalacağımızı besmeleyle kabullenmiş oluyoruz. Besmele, Allah'ın tesbit ettiği kulluk programını kabul etmektir. Besmele çeken kul, şöyle demiş olur: "Ya Rabbi, şu an, kulluk maddelerinden birini işleyeceğim. Senin ismini anıyor ve iznini istiyorum."

O yüzden haramlara besmele çekilmez. Besmeleden maksat, yapılan işte bereketin artmasını taleptir. Haram veya mekruh bir fiilin çoğalması ve bereketi istenemez. Haram meclislerde, meyhane ve kumarhane görevi yapan kahvehanelerde otururken, faizli işlemlerde bulunurken, yalan ve kandırma içeren ticari ilişkilerde, haram sayılan programlar izlerken besmele çekilmez. Haram olduğu tartışmalı olan hususlarda ve harama yakın mekruhlarda da besmelenin çekilmesi, vebali büyütür.

En doğrusu, Allah'ın isminin anılamayacağı bu tür davranış ve eylemleri terk etmektir. Unutulmamalıdır ki, haram olan eylemlerde besmele çekilmez. Kâmil bir müslüman da, besmele çekemeyeceği bir işi yapmamaya özen gösterir. O yüzden, besmele insanı eğitir, terbiye eder, kötülüklerden uzak turar. Çünkü besmele çeken bir kimse, ağzından çıkan ifade ile yaptığı eylem arasında bir paralellik kurmak zorunda olduğunu, eliyle dilinin birbirini yalanlamaması gerektiğini düşünür. Besmele, kötülük ve haramları işlemeye hakkımız olmadığını bize hatırlatır.

Besmele, "Allah'ın adı ile" demektir; "Allah'ın adına" değil. Bu ikisi arasında önemli fark bulunmaktadır. Müslüman her yaptığı şeye, her söylediği söze Allah'ın adı ile başlar. Allah'tan izin alarak; Ama Allah adına değil. İnsan beşer ve âciz olduğu için hatalar yapabilir. Allah adına demek; yapılana bir anlamda ilâhî özellik, günahsızlık, hatasızlık iddiası atfetmektir. O'nun adına iş iddiası, Allah'ın temsilcisi olma anlayışını, bu da ruhban sınıfını oluşturur. Tarihte Allah adına nice zulümler işlenmiştir. Teokrasi de budur. Kulun yaptığı iş, müslümanca olmalıdır ama, beşerî özellik taşıdığından iddiasız olmalıdır.

Besmeledeki “isim” kelimesi; ad, ad vermek anlamına geldiği gibi, -bi harf-i cerri ile de- yüceltmek, yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim gökyüzü anlamında "semâ" kelimesi aynı kökten gelmektedir. O yüzden, "bismillâh" ın anlamı, "Allah'ı yücelterek" şeklinde de anlaşılabilir. (4)

Besmeledeki Muhteşem Sır


KUR'AN-I KERİM'DE, zikirle ilgili, zikirden bahseden pek çok ayet-i kerime vardır. Bunlar "Rabbimizi nasıl zik­retmeliyiz?" sorusuna bir cevap bulmamızda bize rehber olurlar.

Kur'an'da geçenlerin yanı sıra, çeşitli meşrep ve mesleklerdeki tasavvuf erbabının, Allah'ı anmada kullandık­ları özel kelime ve virdlerinin de bulunduğunu biliyoruz.

İslâm dininde, çokça tekrar edilmesi güzel sayılan, müba­rek kelimelerden bir tanesi de "besmele"dir.

Aslında her dinin ve inanışın, kendine göre, "besmele"ye benzer, onların "besmele"si sayılabilecek, bu amaçla istimal ettikleri, kullandıkları özel kelimeleri vardır.

Hatta batıl inanışlar, sapkın ideolojiler bile bazen "Biz, bütün bunları halk adına yapıyoruz" derler. Bu bir bakıma "bismi'l-halk", yani "halkın adıyla" demektir. Veya "Kral adına, imparator adına hareket ediyoruz" diyenler, kendileri ne söylediklerinin farkında olmasalar da, aslında "bism-i im­parator" veya "bismi'l-kral" demektedirler.

Her düşünce sistemi, her inanış ve ideoloji, kendisine uy­gun bir hedef, bir ideal bulur. Bu idealini ifade etmek, bir slogan haline getirebilmek için, bir sembol cümle veya keli­me belirler ve davranışlarını, o cümle veya kelimeye göre şekillendirir, ona bina eder. Bütün yaptıklarını, fiillerini hiz­met ettiği o idealin gerçekleşmesi uğruna yapar.

İşte, Hz. Adem'den (a.s.) Hz. Muhammed'e (a.s.m.) ka­dar, ondan da ta kıyamete kadar, inanmış insanların, yani Müslümanların hayatlarının tam merkezindeki, her şeyi, kimin adına yaptıklarını anlattıkları sembol kelime, "besmele"dir.

Buna delil olarak, besmelenin, Kur'an-ı Kerim'deki her surenin başında yazılı olmasını gösterebiliriz. Sadece Tevbe Suresi'nin başında besmele yoktur. Yani Kur'an-ı Kerim'de, besmele tam yüz on üç defa, sure başında geçer.

Nemi (Karınca) Suresi'nin içinde de bir defa geçtiği için, Kur'an-ı Hakîm'de tam yüz on dört defa "besmele"nin geç­tiğini kabul ederiz.

Besmelenin, Kur'an-ı Kerim'de çok müstesna ve mübarek-bir yeri vardır. Kur'an'm, kâinat kitabını bize anlatan bir rehber ve bir kılavuz olduğunu veya kâinatın, mücessem bir Kur'an olduğunu düşünürsek, şöyle diyebiliriz:

Bir mimar veya mühendis, büyük bir eseri inşa etmeden, ortaya çıkarmadan evvel, o eseri hayal eder.

Daha sonra kafasında yer alan bu hayali, mantık kalıpla­rına dökerek bir plana dönüştürür.

Sadece zihninde ilmî bir vücudu bulunan bu planı, bir kâğıt üzerinde kalemiyle şekillendirerek onu projeye çevirir.

En son aşamada ise uygun bir arsa üzerinde bu eserin in­şa edilmesi vardır.

Şimdi rahatlıkla üzerinden geçebildiğimiz Boğaz Köprü­sü, daha maddî vücudu ortalarda yokken, bir mühendisin kafasında manevî, ilmî bir vücuda sahipti. Şekli, biçimi o mühendisin kafasmda kayıtlıydı.

Sonra, onu kâğıt üzerine döktü ve projelendirdi. Hatta minyatür şeklini de yaptı ve maket haline soktu.

Sonra, o projenin ışığında uzun bir çalışma yaparak, pro­jesinin maddî vücudunu da boğazın iki tarafına yerleştirdi ve hepimizin bildiği Boğaz Köprüsü ortaya çıktı.

İşte yukarda anlattığımız temsilde olduğu gibi maddî nesnelerin, manaları başka şekillerde de tezahür edebilir, özetlenebilir. Bütün kâinat, Kur'an-ı Kerim'deki hakikatlerin ve lafızların sanki "mücessem" hale gelmiş, cisimleşmiş ifa­desidir.

Bu açıdan bakıldığında "Kur'an, bütün kâinatın ve içinde yer alan bütün varlıkların bir metne, bir kitap haline dönüş­türülmüş, lafızlar haline getirilmiş, hülasa şeklidir" diyebili­riz.

Mantık kanunlarına göre bu söylediğimiz mümkündür. Hatta "Kur'an'ın da özeti Fatiha Suresi'dir."

Ağacı özetlersek ne olur? Ağacın tüm yaşayışmı filme çeksek, yani bir ağacın daha tohum halinde toprağa düşme sinden itibaren hayatını takip edebilsek ve görüntüleyebilsek; nasıl filizleniyor, nasıl kök salıyor, nasıl yapraklanıyor, nasıl kocaman bir çınar ağacı oluyor; bunları izleyebilsek veya birileri böyle bir film çekmiş olsa ve bizler de bu filmi, ağacın ölümünden başlayarak, geriye doğru izleyebilsek ne görürüz?

Koca ağaç küçülür, küçülür ve sonunda bir çekirdeğin içine girer. İşte bu nazarla bakıldığında bütün kâinat, mü­cessem bir Kur'an'dır. Kur'an, büyük kâinat kitabının kelime kelime, harf harf ifadesi gibidir.

Demek ki, kâinatın özeti ve tercümesi Kur'an ve Kur'-an'm özeti de Fatiha... Buradan anlaşılıyor ki

Fatiha Suresi'nde, Kur'an'da olan, Kur'an'da bahsi geçen her şey, özet bir şekilde bulunur.

Bu meseleyi daha iyi kavrayabilmek için bir misalle aklı­mıza yaklaştırmalıyız.

Kocaman "Türkiye Cumhuriyeti Ordusu"nu düşünün!

Eğer bu kocaman ordunun özetini ararsak dört kuvvet komutanı karşımıza çıkar. Bunların her birinin içinde kendi­lerine bağlı birimler, teşkilatlar saklıdır. Yani "Jandarma Komutanlığı" kelimesinin içinde bütün jandarma teşkilatı özetle vardır. "Deniz Kuvvetleri Komutanlığı" içindeyse bü­tün deniz kuvvetleri özetle bulunur.

işte misalde olduğu gibi, Fatiha Suresi bütün Kur'an-ı Kerim'in özetidir. Besmele de Fatiha'nın özetidir, hülasası-dır. Hatta bazı ehl-i tasavvuf âlimler, "Besmelenin en başın­da yer alan (Arapça) 'b' harfinin altındaki nokta, Allah'ın birliğini anlattığı için bu nokta da besmelenin özetidir" der­ler.

Kâinat iç içedir, nizam iç içedir...

Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivayet edilen bir ha-dis-i şerife göre bütün kâinat, içindekilerle beraber terazinin bir kefesine konsa ve "Lâ ilahe illallah" cümlesi de diğer ke­fesine konsa "Lâ ilahe illallah" cümlesi kıymetçe daha ağır basacaktır. Demek ki "Lâ ilahe illallah" cümlesinin içinde, kâinatın kıymetini aşacak ehemmiyette sırlar gizlidir.

Buna da birkaç misal verelim:

Farz edelim 100 milyon YTL serveti olan bir zenginimiz var. Ve bu zenginimizden daha da iyi durumda, 150 milyon YTL serveti olan başka bir zenginimiz daha var. Şimdi bu iki zenginimiz "Kim daha zengin?" diye aralarında bir iddiaya tutuşuyorlar.

Sonucu belirlemek için bir araya geliyorlar. Birinci zengi­nimiz, bütün mal varlığını -üzerine konulan eşyaların mad­dî ağırlığını değil, parasal kıymetlerini esas alan- bir terazi­nin sağ kefesine bırakıyor ve diğer zenginimizde 150 milyon YTL değerinde bir çek kesip diğer kefeye atıyor.

Böylesi bir durumda hangisi ağır basar dersiniz?

Elbette 150 milyon YTL değerindeki çekin bulunduğu ke­fe daha ağır basacaktır. Çünkü madde olarak bir kâğıttan ibaret olsa da kıymetçe diğerini geçmektedir.

Aynen bunun gibi "Lâ ilahe illallah" kelimesi de harf ola­rak veya lafız olarak değil, ifade ettiği mana olarak tüm kâi­nattan daha ağır gelir. Çünkü zaten bütün kâinat da aynı manayı yani "Lâ ilahe illallah" in doğruluğunu ispat etmek, ilan etmek için vardır. Ve bu kelime hepsinden daha net bir şekilde de bütün kâinatın davasını ilan ve ifade eder.

İşte besmele de böyle büyük bir kelimedir ve aynı za­manda bütün hayırların da başıdır. Peygamber

Efendimiz (a.s.m.) "Hangi hayırlı işin başında besmele olmazsa, o iş ek­sik ve noksan olur" buyurmuştur.

Her mübarek, hayırlı ve helal işte "bismillah" denmesinin bu kadar önemle vurgulanması elbette bir hikmetledir. Bes­mele aynı zamanda bir ihtardır. Bu cümleyi anlamadan yap­tığımız işlerin, yapmamamız gereken fiiller olduğunu ihtar eder.

Hangi işimiz besmele çekmeye uygun değilse, yani haramsa, onu yapmamalı; hangi iş haram değilse, mutlaka ona besmeleyle başlamalıyız. Besmele aynı zamanda bir "meşru­iyet ve helallik" garantisidir.

Besmeleyi şuurlu olarak kul­lanmaya alışırsak gaflette boğulmaktan, yaptığımız işleri Al­lah'ı unutarak, O'nu hesaba katmadan, kötü bir niyetle yap­maktan kurtuluruz.

"Besmele" sadece Kur'an-ı Kerim'de geçen ve sadece bi­zim Peygamberimize gelmiş olan bir ayet değildir. İnsanlık tarihi boyunca dünyaya gönderilmiş bütün peygamberlerin dininde besmele vardır.

Çünkü peygamberler, Allah adına iş yaparlar. Allah'ın emrini söylerler. Allah adına tebliğde bu­lunurlar. Allah'ın dinini öğretirler. Yapılan her işin Allah için olmasını isterler.

Zaten Müslüman olmak da, bir bakıma, "bir insanın ken­disini, Allah'ın kontrolüne bırakması, onun izni dairesinde ve rızası doğrultusunda yaşaması" demek değil midir?

"Ya Rabbi! Ben ne söyler ve ne yaparsam, Senin rızana uygun olsun. Bana, bunu başarabilme kuvveti ver. Ben han­gi lokmayı yersem, Senin razı olduğun lokmalardan olsun.

Hangi fiilleri işlersem, hangi işleri yaparsam Senin razı ol­duğun fiillerden ve işlerden olsun.

"Ya Rabbi! Bir lahza, bir an, bir nefes ve bir göz açıp ka­pama zamanı kadar bile, beni nefsimle baş başa bırakma! Nefsim beni idare etmesin, beni Sen idare et!" diyerek Pey­gamber Efendimiz, Rabbine dua edip yalvarır..

"Ya Rabbi! Bu dakikalarımı sana askerlik halinde geçir­meyi nasip et! Bir an için bile seni unutup nefsimin askeri ol­mayayım!"

İşte besmele bize, bu halet-i ruhiye ile yaşamayı öğreti­yor.

Besmele içerdiği manalar nedeniyle Kur'an'ı Kerim'in her suresinin başında yer alacak kadar büyük bir kıymet ka­zanmıştır. Şimdi akıllara şöyle bir soru gelebilir:

Nemi Suresi'nde geçen ayette, niye Hz. Süleyman'ın (a.s.) ismi ve besmele beraber kullanılmıştır?

Hz. Süleyman (a.s.) bir sultan peygamberdi. Ateşten, şey­tandan, cinden, rüzgârdan, sulardan, bütün varlıklardan ya­rarlanan, onlara bile boyun eğdirebilen bir hükümdar ve bunun yanında vahye mazhar olacak kadar yüksek manevi­yata sahip bir kuldu.

Devrinin en zengin, en güçlü sultanı olmasına rağmen, aynı zamanda maddî dünyanın güzelliğine, görkemine al­danmadan, kulluğunu tam yapan bir peygamberdi.

Hz. İsa (a.s.) da yaşadığı çevrede çok fakir olarak bilinen, hiçbir mal varlığı olmayan bir peygamberdi ve buna rağmen isyan etmeden Allah'a ibadetini eksiksiz bir şekilde yapı­yordu.

Hz. Eyüp (a.s.) de çok hastalık çeken, hayatı boyunca pek çok acıya ve sıkıntıya sabreden bir peygamberdi. Zaten pey­gamberler, bazı istisnalar dışında, en fazla zulme uğrayan kişilerdir. Fakat kullukta, Allah'a taat ve ibadette hep zirve­ye çıkmışlar ve bizler için güzel misaller oluşturmuşlardır.

Hz. Süleyman'ın (a.s.) orduları, sarayı, saltanatı vardı. Ona, her şeyi haber veren, hatta bir kumun, taşın altında ne varsa bildiren habercileri, haberci kuşları vardı. Bu kuşlar­dan birisinin adı da "Hüdhüd" idi.

Bir gün bu Hüdhüd izinsiz, habersiz ortadan kaybolur ve Süleyman (a.s.) bu duruma çok kızar.

"Benden habersiz nasıl gider? Ben onun kafasını koparıp, tüylerini yolmaz mıyım?" diyerek hiddetini gösterir.

Hüdhüd, yaptığından pişmanlık duyarak hatasını telafi etmeye bir yol, bir çare bulmaya çalışır.

Bir gün "Yemen" diye bilinen bölgede, o zamanlar "Sa­ba" diye anılan bir ülke vardır. Hüdhüd kuşu, bu ülkeye uçarak, orada yaşayan insanları araştırır ve onlar hakkında bilgi toplar. Topladığı bu bilgilerle birlikte Hz. Süleyman'ın (a.s.) yanma gider ve şöyle der:

"Saba ülkesi denilen bir ülke gördüm. Oranın insanlarını bir melike yönetmektedir. Bu melikenin asıl adı Belkıs'tır. Saba ahalisi ateşe tapıyorlar" diyerek bildiklerini anlatır ve böylece kendini affettirir.

Süleyman (a.s.) bir name yazar ve bu nameyi Saba ülke­sinin melikesi Belkıs'a gönderir. Nemi Suresi bize, işte bu hadiseyi anlatmaktadır.

Saba melikesi Belkıs, kendisine tâbi olan insanları bir mecliste toplar ve "Ey kavmimin ileri gelenleri," der. "Bana mühim bir mektup bırakıldı. Süleyman'dan geliyor ve Rah­man ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyor. 'Büyüklük tas­lamayın ve emrime girin' diyor. Bu mesele hakkında bana görüşünüzü bildirin. Bugüne kadar sizin görüşünüzü al­madan hiçbir işte kesin hüküm vermedim."

Orada bulunarak bu haberi dinleyen herkes ayağa kalktı ve Kur'an'ın anlatışıyla "Biz güçlü, kuvvetli kimseleriz, zor­lu savaş erbabıyız. Emir ve yetki ise senindir. Artık ne emre­deceğini düşün de karar ver" dediler.

Melike Belkıs, "Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı ifsat ve perişan ederler ve halkının azizlerini (büyükle­rini, ileri gelenlerini) zelil, zelillerini aziz hale getirirler. Her­halde onlar da böyle yapacaklardır" dedi. Fakat mecliste-kiler bu durumu kabullenmedi.

"Süleyman'a halılar, kilimler, güzel kokular, miskler, amberler, mücevherler, hatta altından tuğlalar hediye olarak gönderelim" dediler. Böylece onu yumuşatmayı umdular.

Karar verilir ve bahsedilen hediyeler, elçilerle birlikte Hz. Süleyman'a (a.s.) doğru yola çıkar. Fakat bu elçiler oraya vardıklarında kendilerini çok şaşırtan bir manzarayla karşı­laşırlar.

Hz. Süleyman'ın (a.s.) sarayının duvarları ve tabanı da kendilerinin hediye olarak getirdiklerine benzer altından tuğlalarla doludur. Ve ne gariptir ki, hiç kimse bu değerli taşları önemsememektedir. Hatta saray ahalisi rahatlıkla bu altından tuğlaların üzerine basıp yürüyebilmektedir.

Hz. Süleyman'ın (a.s.) huzurunda gidip onun dinini ka­bul etmediklerini, fakat iyi niyetle geldiklerini söylerler ve getirdikleri hediyeleri arz ederler. Süleyman (a.s.):

"Bu benim şahsî bir işim değil, Allah'ın emridir. Ya Al­lah'a teslim olursunuz ya da ben oraya orduyla gelirim" di­yerek onları uyarır. Saba ülkesi elçileri yine de Hz. Süley­man'ın dinini kabul etmezler.

Süleyman (a.s.) hemen harp meclisini toplar, onlara ne yapacakları, nasıl davranacakları hususunda emirler verir.

"Ey ileri gelenler! Kendileri Müslüman olarak gelmezden evvel, o kadının tahtını bana hanginiz getirecektir?" der.

Cinlerden bir ifrit:

"Ben onu sana, sen yerinden kalkmadan getiririm. Benim buna gücüm yeter, bundan eminim" diye cevap verir.

Kendisinde kitaptan bir ilim bulunan kişi (Asıf b. Berhi-ya) ise:

"Ben onu sana, gözünü açıp kapamadan getiririm" diye cevap verir. Derken tahtı yanında duruyor bir şekilde gö­rünce Süleyman (a.s.):

"Bu Rabbimin fazlındandır. Beni bu nimetiyle sınıyor. Bakalım şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur, kim de nan­körlük ederse, bilsin ki, Rabbim onun şükrüne muhtaç de­ğildir. O, kerem sahibidir" diye buyurur.

İşte Süleyman (a.s.) sahip olduğu bütün kuvvete ve haş­mete rağmen hiçbir nimeti, üstünlüğü, fazileti kendi nefsin­den bilmiyordu. Hep Allah'tan geldiğini düşünerek şükre­diyordu. Ve onu sultan bir peygamber yapan da işte bu sır­dı.

İnsanda, hayrı kendinden, şerri ya kaderden ya da bir başkasından bilmeye şiddetli bir meyil vardır.

Halbuki hakiki mü'min gaflete dalmaz, nefsinin hilelerine ve kibrine kanmaz.

İşte bu azim sırrı insana ders verdiği için, besmele ayet olarak Kur'an'da yer almaktadır. Besmeleyi okuyan bilir ki, her şey Allah'ın lütfetmesiyledir. O'nun ihsanıyladır.

Şimdi biraz da besmelenin lafzını inceleyelim. Ondaki büyük sırları lafzından çıkarmaya, keşfetmeye çalışalım.

"Bismillahirrahmanirrahim" kelimesine baktığımızda, üç büyük tevhit tablosu nazarımıza çarpar. Bir tanesi "bismil­lah" olan "lafza-i celal"dedir. Bu aynı zamanda Allah'ın en büyük ismidir. "Allah", bütün kâinatın Meliki, Rabbi mana­sına gelir. "Bismillah" kelimesindeki "Allah", Rabbimizin Zat'ının adıdır ve O'ndan başkasına verilemez.

"Rahman" kelimesi ise yardıma, merhamete, rızka muh­taç olan bütün mahlûka tına hiçbir ayrım yapmadan merha­met etmesini bizlere anlatır. Bu ikinci tevhit tablosudur.

"Rahim" kelimesiyle de Cenab-ı Hakk'ın, tüm mahruka­tına, her birine ayrı ayrı tecelli ettiğini, tek tek ilgilendiğini anlarız. Bu da has dairedeki, ism-i Ehad tecellisine bakan üçüncü tevhit tablosudur.

Bunu da bir misalle daha anlaşılır hale getirelim:

Mesela bir Orduyu en büyükten en küçüğe kadar birim birim saymamız gerekse, önce "ordu" deriz.

Sonra "alay" deriz, saya saya en sonunda bir "Mehmetçik"e ulaşırız.

İşte "Bismillahirrahmanirrahim"de de, "Allah" has isim­dir.

"Rahman" bütün varlıklara şümullü rahmetinin sıfatıdır.

"Rahim" de Allah'ın tek tek bütün varlıklara merhameti­ni anlatan ismidir.

Tefsir kitaplarında "Rahman" kelimesi şöyle açıklanır: "Dünyada herkese merhamet eden, ahirette ise sadece inananlara merhamet edecek olan Allah."

Allah-u Teala yağmuru yağdırırken herkesin toprağına yağdırır. "Bu Müslüman'dır, bu gayr-i müslimdir" ayrımı yapmaz. Zaten böyle bir ayrım olsaydı, herkes ister istemez Müslüman olurdu. Zorlamayla, cebren olurdu. Halbuki din imtihandır.

Allah dünyada "Âlemlerin Rabbi" ismiyle tecelli ediyor. Tüm insanlığa bu ismiyle muamelede bulunuyor. Haşa, "Sa­dece Müslümanlara nimetlerimden ikram edeyim, kâfirler aç kalsın" demiyor.

Çünkü imtihan var. Ahiretteyse, imtihan süreci son bul­duğu için, tecellisi daha başka olacaktır. Bize düşen ise hem dünyaya, hem ahirete çalışmaktır.

İstisnasız bütün din adamları, kitaplarına başlarken veya hutbelerine, vaazlarına başlarken bazı cümleleri özellikle ve mutlaka söylerler.

Bunlardan bir tanesi de "Euzübillahimineşşeytanirracim" (Şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım) kelimesidir. Bu cümle de tıpkı besmele gibi bir ayettir. Kur'an-ı Kerimde Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

"Kur'an okuduğun zaman 'Şeytanın şerrinden Allah'a sı­ğınırım' de!"

"Bu kelimeyi tekrar tekrar söylemenin ne faydası var?" diye bir soru akla gelebilir. Şeytan her yerde tetikte ve tehlikelidir. Her an, her yerde bulunabilir. Hatta şeytan hacda bi­le, hacı adaylarıyla uğraşmakta, aralarında bozgunculuk için dolaşmaktadır. ,

Şeytan kanımızın damarlarımızda gezdiği gibi içimizde gezmektedir. Bunun için Kur'an okurken de, Kabe'yi tavaf ederken de şeytandan Allah'a sığınmak lazımdır.

Şeytanın aslında pek bir gücü yoktur. Ama ondan Allah'a sığınmaz ve ona tâbi olursak, o zaman şeytanın bizim üze­rimizde, şerre yönlendirebilme gücü olur.

Cenab-ı Hak diyor ki şeytana:

"Senin onların üzerinde hiçbir gücün yoktur. Hatta sen, Benim iyi kullarım için bir sevap kaynağısın."

Gerçekten de ehl-i iman için şeytan, günah kaynağı tleğil, aksine sevap kaynağıdır. Şayet o "Namaz kılma" diyorsa ve bir Müslüman buna rağmen namazını kılabiliyorsa şeytanla yaptığı bu mücadele sayesinde sevap kazanmış olur.

"Herkes içki içiyor, sen de iç" diyerek günaha çağıran şeytana veya şeytanlaşmış birine karşı

"Haramdır, ben içemem" diyebilen bir mü'min bir farz sevabı kazanmış olur. Kaç kez şeytanı reddeder, söylediklerini yapmazsa, o kadar farzı ifa etmiş gibi sevap kazanır.

Demek ki şeytan, Allah'a teslim olanlara zarar veremez. Azan, sapan, Allah yolundan ayrılan, gönüllü bir şekilde gü­naha koşan, peşine takılan kişilere zarar verebilir.

Din adamlarının vaazlarma, kitaplarına başlarken mutla­ka kullandığı bir diğer kelime de besmeleden sonra, "hamd"dir. Bunu ifade etmek için kullandıkları, "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun"dur.

Salavat olarak söyledikleri de genelde, "Salat ve selam Efendimiz Hz. Muhammed'e ve onun ashabının üzerine ol­sun" cümlesidir.

Böylece anlatacaklarını bir çizgiye, bir çerçeveye oturtur­lar. Manevî konsantrasyonlarını arttırırlar.

Önce şeytanın şerrinden Allah'a sığınırlar. Bunu onlara söylettiren "Allah'ım! Müsaade etme. Şeytan benim sohbe­time karışmasın" korkusu ve mülahazasıdır.

Daha sonra, her hayırlı işin başında söylenen ve söylen­diği her işi hayırlı kılan besmele zikredilir.

Bundan sonra da Allah'ın nimetlerine, nasip ettiği imana, indirdiği Kur'an'a, bövle bir peygamberin ümmeti olduğu­muza ve daha sayamadığımız bütün ikramlara, ihsanlara hamd edilir.

Tüm bildiklerimizi bize öğreten, bize ders veren, Müslü­manlığı bize anlatan Peygamber Efendimize de (a.s.m.) se­lam yollanır ve teşekkür edilir.

İşte bunların tümünü ifa ettikten sonra din adamları, kendi sözlerine, anlatacaklarına başlarlar.

Camilerde verilen vaaz ve hutbelere dikkat edin!

Hocalarımızın hepsi konuşmalarına bahsettiğimiz sıra içerisinde giriş yaparlar.

Bediüzzaman da besmele hakkında diyor ki:

"Kâinat simasına baktım ve bu çok geniş dairede 'bismillah'ın tecelli ettiğini gördüm.

"Dünya simasına da baktım ve orada da 'Rahman' keli­mesinin tecelli ettiğini gördüm. İnsan simasında ise Cenab-ı Hakk'ın onlarda tek tek, ayrı ayrı 'Rahim' ismiyle tecelli et­tiğini gördüm."

Peygamber Efendimizin İslâm dini ile Mekke'de ortaya çıkışma kadar din, güçlü olanların insanları ezdiği, güçsüz olanların da kendi benliklerini kaybettiği bir kültürler, inançlar mücadelesiydi.

Resulullah Efendimizin (a.s.m.) dünyaya teşrif ettiği za­manlarda, Mekke civarında ve neredeyse Arap

Yarımadası'nın tamamında putperestlik hâkimdi.

Üç yüz altmış çeşidi bulan taştan, tahtadan putlara tapı­yorlardı. Aşk tanrısı, para tanrısı, güç tanrısı, gök tanrısı, yer tanrısı ismini verdikleri putlara ve sembollere ibadet ediyor­lardı.

Bu şirk inanışı farklı şekillerde, değişik versiyonlarla tüm dünyaya yayılmıştı.

Mısırlılar öküze tapar, öküzü ve ineği kutsal sayarlardı.

İranlılar ateşe taparlardı.

Bizanslılar sözde Hıristiyanlardı, fakat kiliseleri heykel­lerle doluydu.

Bir gün insanlığın dertlerine deva olacak ışık, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ortaya çıktı ve "Ey insanlar, sizin bu yap­tıklarınız yanlıştır" dedi. Efendimiz, manen hepsinden güçlü fakat maddeten hepsinden zayıftı. Çünkü tekti, tek başına yola çıkmıştı.

Doğru söylediği için Peygamber Efendimizde (a.s.m.) ha­kikatin, gerçeğin gücü vardı. Sayı ve silah olarak ise müşrik­ler güçlüydü.

Hemen Efendimize ve etrafındakilere kötülük yapmaya, zulmetmeye başladılar. Efendimize "deli" dediler, ama Hz. Ebu Bekir gibi çok akıllı kişiler de ona tâbi olup dinini kabul edince bu kez

"Sihirbazdır, bunları büyülüyor" iftirasında bulundular. Bunda da başarısız olunca "şair" dediler.

Efendimizse onların bu iddiasına karşı Kur'an'ın verdiği dersle, "Söylediklerim şiirse, o zaman bir benzerini yapınız" dedi.

Elbette eşi, benzeri insanlar tarafından asla yapılamaya­cak kadar harika ve mucizevî olan Kur'an'ı taklit edemiyor-lardı. Bunu yapamadıkları için de kavga çıkardılar.

Peygamberimiz nasıl haklılığını yaymak için çalışıyorsa, onlar da haksızlıklarını yaymaya çalışıyorlardı. Fakat anla­madıkları bir nokta vardı. Çok önemli, kıymetli bir nokta...

O nokta şuydu:

Hakkın geldiği yerde batılın fazla ömrü olamazdı. Pek kı­sa bir zaman sonra mutlaka zail olurdu.

Ne zamana kadar 2x2'nin 4 olmadığını insanlara inandı­rabilirsiniz? Birer birer 2x2'nin 4 ettiğini anlattığınız zaman, her insan bunu kolayca anlayabilir.

Doğruyu gösterdiğiniz zaman insanlar ona doğru gayr-i ihtiyari koşacak, geleceklerdir.

"Bismillah" işte bu doğruyu söyleyişin adıdır. Hak adına hareket edip, Hakkı savunmaktır. Hak adına yapmaktır. Al­lah'ın rızası dairesinde, O'nun kuvvetine ve yüce isimlerine dayanarak çalışmaktır.

Eğer gayemiz Allah olursa, önderimiz Peygamber Efen­dimiz olur. O'nun rızası dairesinde, O'nun ismiyle hareket edenleri hiç kimse, hiçbir engel mağlup edemez...

Öyle ise Allah adma almalı, Allah adına vermeli.

Şairin dediği gibi demeliyiz:

Bir şey yerken, içerken

Kitabımı incelerken

Derim hemen bismillah

La ilahe illallah...

Yazar: Abdülhamit Oruç

Ondördüncü Lem'anın İkinci Makamı ''Besmelenin Altı Sırları''


Ondördüncü Lem'anın
İkinci Makamı


1-بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ’in binler esrarından altı sırrına dairdir.


İHTAR: besmelenin rahmet noktasında parlak bir nuru, sönük aklıma uzaktan göründü. Onu, kendi nefsim için, nota suretinde kaydetmek istedim. Ve yirmi otuz kadar sırlar ile, o nurun etrafında bir daire çevirmekle avlamak ve zaptetmek arzu ettim. Fakat, maatteessüf, şimdilik o arzuma tam muvaffak olamadım. Yirmi otuzdan beş altıya indi.

“Ey insan!” dediğim vakit nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münasebettar ve nefsi nefsimden daha huşyar zatlara, belki medar-ı istifade olur niyetiyle, On Dördüncü Lem’anın İkinci makamı olarak, müdakkik kardeşlerimin tasviplerine havale ediyorum. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar; delilden ziyade zevke nâzırdır.



بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


قَالَتْ يَاۤ اَيُّهَا الْمَلَؤُا اِنِّىۤ اُلْقِىَ اِلَىَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ - اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمٰنَ وَاِنَّهُ بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
-2-


ŞU MAKAMDA birkaç sır zikredilecektir.

BİRİNCİ SIR

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ’in bir cilvesini şöyle gördüm ki:

Kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında, birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var.

Biri, kâinatın heyet-i mecmuasındaki teavün, tesanüd, teânuk, tecavübden tezahür eden sikke-i kübrâ-yı Ulûhiyettir ki, Bismillâh ona bakıyor.

İkincisi, küre-i arz simasında, nebâtat ve hayvanâtın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenasüp, intizam, insicam, lûtuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübrâ-yı Rahmâniyettir ki, Bismillâhirrahmân ona bakıyor.
Sonra, insanın mahiyet-i câmiasının simasındaki letâif-i refet ve dekaik-i şefkat ve şuâât-ı merhamet-i İlâhiyeden tezahür eden sikke-i ulyâ-yı Rahîmiyettir ki, Bismillâhirrahmânirrahîm’deki er-Rahîm ona bakıyor.

Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzul ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musaggarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa çıkmaya bir yol olur.

İKİNCİ SIR

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor. Ve her parlak şey, güneşi bütün sıfâtıyla, kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvân-ı seb’a gibi keyfiyatlarının herbirisi dahi umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor. Öyle de, -3- وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى temsilde hata olmasın, ehadiyet ve samediyet-i İlâhiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudatla alâkadar herbir ismi, bütün mevcudatı ihata ediyor.

İşte, vâhidiyet içinde ukulü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdesi unutmamak için, daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irâe eden, Bismillâhirrahmânirrahîm’dir.

ÜÇÜNCÜ SIR

Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede, rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve, bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan, bilbedâhe, rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hâli âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede, rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzet eden ve ezelî ve ebedî bir Zâta muhatap ve dost yapan, bilbedâhe, rahmettir.

Ey insan! Madem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve medetkâr bir hakikat-i mahbubedir. Bismillâhirrahmânirrahîm de, o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyâcâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle ve şefaatiyle ve şuââtıyla o Sultana muhatap ve halil ve dost ol.

Evet, kâinatın envâını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp, bütün hâcâtına kemâl-i intizam ve inâyetle koşturmak, bilbedâhe, iki hâletten birisidir:

Ya kâinatın herbir nev’i, kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor—bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intaç ediyor; insan gibi bir âciz-i mutlakta en kuvvetli bir sultan-ı mutlakın kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlakın ilmiyle bu muavenet oluyor. Demek, kâinatın envâı insanı tanıyor değil; belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.

Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine lebbeyk dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin?

Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat’iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir i mutlak, fâni, küçük bir mahlûka bu koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. İşte, o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan Bismillâhirrahmânirrahîm’i de, o rahmetin vusulüne vesile ve o Rahmân’ın dergâhında şefaatçi yap.

Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku, güneş kadar zâhirdir. Çünkü, nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hâsıl oluyor; öyle de, bu kâinatın daire-i kübrâsında bin bir ism-i İlâhînin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat simasında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i Rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inâyeti nesc ediyor ki, güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.

Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış. Ey insan! Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de, o şefaatçiyi bul.

Evet, rû-yi zeminde dört yüz bin muhtelif ayrı ayrı nebâtâtın ve hayvânâtın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine, kemâl-i intizamla, hikmet ve inâyetle terbiye ve idare eden ve küre-i arzın simasında hâtem-i ehadiyeti vaz’ eden, bilbedâhe, belki bilmüşahede, rahmettir. Ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın simasındaki mevcudatın vücutları kadar kat’î olduğu gibi, o mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var.

Evet, zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i mâneviyesinin simasında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki, küre-i arz simasındaki sikke-i merhamet ve kâinat simasındaki sikke-i uzmâ-yı rahmetten daha aşağı değil. Âdeta bin bir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir câmiiyeti var.

Ey insan! Hiç mümkün müdür ki, sana bu simayı veren ve o simada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’ eden Zat, seni başıboş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin; senin harekâtına dikkat etmesin; sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın; hilkat şeceresini, meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiçbir cihetle şüphe kabul etmeyen ve hiçbir vecihle noksaniyeti olmayan, güneş gibi zâhir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!

Ey insan! Bil ki, o rahmetin arşına yetişmek için bir miraç var. O miraç ise, Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve bu miraç ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın yüz on dört sûrelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitapların iptidâlarına ve umum mübarek işlerin mebde’lerine bak. Ve besmelenin azamet-i kadrine en kat’î bir hüccet şudur ki, İmam-ı Şâfiî gibi çok büyük müçtehidler demişler: “Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur’ân’da yüz on dört defa nâzil olmuştur.” -4-

DÖRDÜNCÜ SIR

Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellîsi, hitab-ı -5- اِيَّاكَ نَعْبُدُ demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülâhaza edip -6- اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeye, küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen, cüz’iyatta zâhir bir surette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor. Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede -6- اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitap ederek müteveccih olsun.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamında, meselâ semâvat ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden, en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder, tâ ki zâhir bir surette hâtem-i ehadiyeti göstersin. Meselâ, hilkat-i semâvat ve arzdan bahsi içinde, hilkat-i insandan ve insanın sesinden ve simasındaki dekaik-i nimet ve hikmetten bahis açar. Tâ ki fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Mâbûdunu doğrudan doğruya bulsun. Meselâ,


وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ
-7-

âyeti, mezkûr hakikati mucizâne bir surette gösteriyor.

Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır—tâ ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın.

Hem, sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celb etmek için, o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemal ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine isal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi mülâhaza ettirir ve ondan, -6- اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hakikî hitaba mazhar eder.

İşte, Bismillâhirrahmânirrahîm, Fâtiha’nın fihristesi ve Kur’ân’ın mücmel bir hülâsası olduğu cihetle, bu mezkûr sırr-ı azîmin ünvanı ve tercümanı olmuş. Bu ünvanı eline alan, rahmetin tabakatında gezebilir. Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti öğrenir ve envâr-ı Rahîmiyeti ve şefkati görür.

BEŞİNCİ SIR

Bir hadis-i şerifte varid olmuş ki:

-8-اِنَّ اللهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ (ev kemâ kàl.) Bu hadis-i şerifi, bir kısım ehl-i tarikat, akaid-i imaniyeye münasip düşmeyen acip bir tarzda tefsir etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sima-yı mânevîsine bir suret-i Rahmân nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarikatin ekserinde sekir ve ehl-i aşkın çoğunda istiğrak ve iltibas olduğundan, hakikate muhalif telâkkilerinde belki mâzurdurlar. Fakat aklı başında olanlar, fikren, onların esas-ı akaide münâfi olan mânâlarını kabul edemez. Etse hata eder.

Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin şerîki, nazîri, zıddı, niddi olmadığı gibi, -9- لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ sırrıyla, sureti, misli, misali, şebîhi dahi olamaz. Fakat,


وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ اْلعَزِيزُ الْحَكِيمُ
-10-

sırrıyla, mesel ve temsil ile şuûnâtına ve sıfât ve esmâsına bakılır. Demek, mesel ve temsil, şuûnat nokta-i nazarında vardır.

Şu mezkûr hadis-i şerifin çok makasıdından birisi şudur ki:

İnsan, ism-i Rahmân’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. Evet, sabıkan beyan ettiğimiz gibi, kâinatın simasında bin bir ismin şuâlarından tezahür eden ism-i Rahmân göründüğü gibi ve zemin yüzünün simasında rububiyet-i mutlaka-i İlâhiyenin hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahmân gösterildiği gibi, insanın suret-i câmiasında, küçük bir mikyasta, zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o ism-i Rahmân’ın cilve-i etemmini gösterir demektir.

Hem işarettir ki, Zât-ı Rahmânü’r-Rahîmin delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda delâletleri kat’î ve vâzıh ve zâhirdir ki, güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna işareten “O âyine güneştir” denildiği gibi, “İnsanda suret-i Rahmân var” vuzuh-u delâletine ve kemâl-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı Lâ mevcude illâ Hû bu sırra binaen, bu delâletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemâline bir ünvan olarak demişler.

اَللّٰهُمَّ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحِيمُ بِحَقِّ «بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ» اِرْحَمْنَا كَمَا يَلِيقُ بِرَحِيمِيَّتِكَ وَفَهِّمْنَا اَسْرَارَ «بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ» كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَانِيَّتِكَ اٰمِينَ
-11-

ALTINCI SIR

Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan biçare insan! Rahmet ne kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki:

O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelâle vesiledir ki, yıldızlarla zerrat beraber olarak, kemâl-i intizam ve itaatle beraber ordusunda hizmet ediyorlar. Ve o Zât ı Zülcelâlin ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin istiğnâ-yı zâtîsi var. Ve istiğnâ-yı mutlak içindedir. Hiçbir cihetle kâinata ve mevcudata ihtiyacı olmayan bir Ganiyy-i Alelıtlaktır. Ve bütün kâinat taht-ı emir ve idaresinde ve heybet ve azameti altında nihayet itaatte, celâline karşı tezellüldedir.

İşte rahmet seni, ey insan, o Müstağnî-yi Alelıtlak’ın ve Sultan-ı Sermedînin huzuruna çıkarır ve Ona dost yapar ve Ona muhatap eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir. Fakat nasıl sen güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın, hiçbir cihetle yanaşamıyorsun; fakat güneşin ziyası, güneşin aksini, cilvesini, senin âyinen vasıtasıyla senin eline verir. Öyle de, o Zât-ı Akdese ve o Şems-i Ezel ve Ebede biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat Onun ziya-yı rahmeti Onu bize yakın ediyor.

İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir hazine-i nur buluyor. O hazineyi bulmasının çaresi, rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin
en beliğ bir lisanı ve dellâlı olan ve Rahmeten li’l-Âlemîn ünvanıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten li’l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salâvattır.

Evet, salâvatın mânâsı rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salâvat ise, o Rahmeten li’l-Âlemînin vüsulüne vesiledir. -12- Öyleyse, sen salâvatı kendine, o Rahmeten li’l-Âlemîne ulaşmak için vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahmân’a vesile ittihaz et. Umum ümmetin, Rahmeten li’l-Âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, hadsiz bir kesretle, rahmet mânâsıyla salâvat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir surette ispat eder.

Elhasıl: Hazine-i rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvattır.


اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ «بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ» صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ اٰمِينَ
-13-


سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
-14-




1 : Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
2 : “Belkıs, ‘Ey kavmimin ileri gelenleri,’ dedi. ‘Bana mühim bir mektup bırakıldı. Bu mektup Süleyman’dan geliyor ve Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlıyor.” Neml Sûresi, 27:29-30.
3 : “En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.
4 : bk. eş-Şâfiî, el-Ümm: 1:208; el-Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân: 1:8; el-Gazâlî, el-Müstafâ: 1:82; İbnü’l-Cevzî, et-Tahkîk fî Ehâdîsi’l-hilâf: 1:345-347; ez-Zeylaî, Nasbu’r-râye: 1:327.
5 : “Ancak Sana kulluk ederiz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
6 : “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
7 : “Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir.” Rum Sûresi, 30:22.
8 : “Muhakkak ki Allah, insanı Rahmân sîretinde (ahlâk, sıfat) yaratmıştır.” Buharî, İsti’zân: 1; Müslim, Birr: 115, Cennet: 28; Müsned, 2:244, 251, 315, 323, 434, 463, 519.
9 : “Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.” Şûrâ Sûresi, 42:11.
10 : “Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir; Onun hikmeti herşeyi kuşatır.” Rum Sûresi, 30:27.
11 : Ey Rahmân ve Rahîm olan Allahım! “Bismillâhirrahmânirrahîm”in hakkı için, rahîmiyetine yaraşır şekilde bize merhamet et ve Rahmâniyetine yaraşır şekilde, bize “Bismillâhirrahmânirrahîm”in sırlarını anlamayı temin et.
12 : bk. Ahzâb Sûresi, 33:56. Ayrıca bk. Müslim, Salât: 11, 70; Tirmizî, Vitr: 21; Ebû Dâvud, Salât: 36; 210, Vitr: 26; Nesâî, Cum’a: 5, Ezan: 37, Sehv: 55; İbni Mâce, İkâmetü’s-Salât: 79; Dârimî, Salât: 206, Rikak: 58; Müsned: 2:168, 375, 485, 3:102, 445, 4:8.
13 : Allahım! “Bismillâhirrahmânirrahîm”in hakkı için, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin zâta ve bütün âl ve ashabına, Senin rahmetine ve onun hürmetine yaraşır bir şekilde salât ve selâm et. Bize de, Senden gayrı, Senin mahlûkatından hiç kimsenin merhametine muhtaç olmayacağımız bir rahmetle merhamet et.
14 : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.